

Şu eğitim olmasaydı…
Bugünlerde o kadar çok eğitim konuşuyoruz ve bir parça yol ilerleyemiyoruz ki, hani eskilerin deyimiyle gına geldi demek işten değil.
” Şu eğitim olmasaydı, bu ülkeyi ne güzel idare ederdim” diyor mudur birileri.
Gerçi biliyorsunuz, bir zamanlar bir Maarif bakanı “şu okullar olmasaydı maarifi ne kadar güzel idare ederdim” demiş.
Daha doğrusu biz öyle biliyoruz ama işin aslı pek öyle değilmiş, ben de şöyle bir araştırınca önce Abbas Güçlü’nün yazısından öğrendim, sonra da başka yazılarda teyit ettim.
Meğer sözü geçen Emrullah Efendi,
“ 1871’de Mülkiye’yi bitirmiş, çekirdekten yetişmiş idealist bir milli eğitimci. 1882 Yanya, 1884 Selanik, 1891’de İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü yapmış, 1908’de Galatasaray Lisesi Müdürlüğü’ne atanmış, 1909’da da maarif nazırı olmuş. Reformcu görüşlerinden dolayı sıkıntılar çekmiş, liselere felsefe derslerini bakanlığı sırasında ilk kez o koydurmuş.
Açtığı okullardan rahatsız olan ve açacağı okullar için Maarif bütçesine ek ödenek istemesine kızarak, “Bıktık senin bu okullarından” diyenlere karşı şimdilerde hep yanlış kullanılan meşhur sözünü söylemiş: “Şu okullar olmasa maarifi ne güzel idare ederdim.”
https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/abbas-guclu/emrullah-efendi-5284448
Okullar olmasaydı derken “okulsuz toplum”u kasdetmiş olabilir mi?
Yoksa yoksa, bu görüşleriyle Türkiye’nin ilk fütürist Maarif ( Eğitim ) Bakanı olarak bu günlerin geleceğini, taa o günlerden görmüş mü diyeceksiniz.
Yok canım, o iş öyle değil, okullar olmasaydı derken kast ettiği “okulsuz toplum” değil tabii ki,
hem okullar olmasa, biz bu kadar çocukla sokaklarda nasıl baş edeceğiz mi diyeceksiniz.
Eee bir de işe giden anneler var tabii..
Gerçekten okulların anneler ve tabii ki babalar – çocuklara bakmak sadece annelerin işi mi sanki – eve gelene kadar oyalanacakları bir yer olduğunu mu düşünüyorsunuz?
“Uzatılmış çocukluk “
Gerçi aslında “çocukluk” diye bir kavram da eskiden yokmuş.
Yok canım, çocuk her zaman çocuktur diyenleriniz olabilir tabii, ama işte o çocuk her zaman çocuk değilmiş. Bir zamanlar çocuklara “küçük insan” denilirmiş.
O ne demek öyle demeyin, ben de söyleyenlerin yalancıyısım.
Bu konular benim pek haddim değil, ilk olarak yine bu işlere meraklı, bir arkadaşım anlatmıştı, sonra biraz araştırma yapınca gerçekten de öyle olduğunu gördüm:
Okulsuz Toplum kitabının yazarı İvan İllich bu süreci şöyle anlatıyor :
“ Şimdiki “çocukluk” konseptimizin sadece son zamanlarda Batı Avrupa’da ve daha yakın zamanda Amerika’da geliştiğini unutuyoruz. Çocukluk bebeklikten ayrı olmak üzere, ergenlik ya da gençlik tarihi çağların pek çoğunda bilinmiyordu. … Sanatçılar bebekleri, annelerinin kucağında birer minyatür yetişkin gibi şematize etti.“ ( 1 )
Yine okul ile ilgili farklı bir düşünce sistemi ortaya koyan, 30 yıl öğretmenlik yapmış, 1991 yılı New York eyaletinde yılın öğretmeni seçilmiş “Eğitim bir Kitle Eğitim silahı” kitabının yazarı John Taylor Gatto, çocukluğu şöyle tanımlıyor : “…o günlerde, Amerikalıların sırtına ergenlik denilen sahte bir hayat dönemi kavramı veya çocukluğu yapay bir şekilde uzatan benzeri başka bir şey yüklenmemişti henüz. “ Sonra da, “bugünlerde sınıflara tıkılmış olan genç insanların” bir zamanlar müthiş işler becerdiklerini“, ancak evrensel okul eğitiminin hayal gücünü zayıflattığını ve “insanlığın en üretken kısmını psikolojik tedavi amacıyla kurumsallaştırdığını” söylüyor. ( 2 )
Öte yandan çocuk eğitimi ile ilgili bir makalede bu bakış açısının nasıl değiştiğinin izlerini sürebiliyoruz:
“Froebel ve Montessori’nin düşüncelerinin farklılaşan yönleri olmasına karşın ileri sürmüş oldukları ve üzerine bir eğitim programı kurgulamış oldukları “çocuk” benzerlikler göstermektedir ve o dönemin sosyokültürel bağlamı açısından oldukça radikal olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda çocukluk yetişkinlik için bir hazırlık dönemi değildir ve kendi yaratıcılığını taşıyan, kendi başına bir değerdir. Çocuklar minyatür yetişkinler değildir ve öylelermiş gibi davranılmamalıdır. Öğretmenlerin de eğitim sürecinde bu farkındalığa ve anlayışa sahip olmaları gerekmektedir. Aynı zamanda öğretmenlerin kendilerini bu yönde eğitmeleri ve geliştirmeleri büyük önem ve gereklilik arz etmektedir.” ( 3 )
Kolay konular değil bunlar, hemen üzerinde birkaç kelam edilecek hususlar değil, bugün “çocuk hakları” noktasına gelmiş bir dünyadayız.
Birleşmiş Milletler çocuk hakları sözleşmesinin kökeni Çocukları Koruma derneğinin kurucusu Eglantyne Jebb’in çocuk haklarının beş temel ilkesini ortaya attığı 1923 yılına kadar dayanıyor. Bu ilkeler Birleşmiş Milletler tarafından 1924 yılında kabul edilmiş ve Cenevre Sözleşmesi olarak tanınmış. 1959 yılında BM bu sefer çocuk haklarına özel bir bildirge yayınlamıştır.
Karar Kimin? Sorumluluk kime ait ?
Ancak hala şu soru benim kafamı kurcalıyor? Çocuklar hayatlarıyla ilgili kendi kararlarını verebiliyor mu?
Nereye kadar verebilirler? Ebeveynin çocuklar üzerindeki destek ve etkisi nasıl olmalı?
Hala çocukların, gençlerin kendi hayatlarını ilgilendiren kararlarını kendilerinin veremediği, kendi eğitimleri ile ilgili kararlarda etkilerinin çok az olduğu bir dünyadayız.
Kariyer ile ilgili videolarımda ve konferanslarda sorduğum bir soru var : Karar kimin , sorumluluk kime ait? . Sorumluluk kimin ise kararı da onun vermesi gerektiğini ve bununla ilgili bir farkındalık edinmesinin çok önemli olduğuna inanırım.
KÖK Kişiye özel Kariyer kitabımızda bu konuya şöyle değinmiştik :
“Kariyer yolculuğunda, yolcu sensin, yolun nereye gideceğine, ne zaman yola çıkacağına, yanına neler alacağına sen karar vereceksin. Yolculuğun nereye gideceğinden de sen sorumlusun. Bu nedenle direksiyon senin elinde olmalı. Eğer soför koltuğuna başkasını oturtursan, o zaman hayatının en büyük hatasını yapmış olur ve hayatın boyunca bunun pişmanlığını yaşayabilirsin.” ( 4 )
Ancak bugünkü okul eğitiminin içindeki kimi çocuklara baktığımızda, kararı kendileri vermiyor ve sorumluluk üstlenmekte de son derece geç hareket edebiliyorlar. 25li yaşlarda üniversiteyi bitirdikleri halde bazılarının 30lu yaşlara dek hala yaşamsal sorumluluğu ellerine alamadıklarını görebiliyoruz.
Acaba Gatto “çocukluğun yapay bir şekilde uzatılması” derken haklı mıydı ? Yoksa Montessori ve Froebel, . “çocukluk yetişkinlik için bir hazırlık dönemi değildir ve kendi yaratıcılığını taşıyan, kendi başına bir değerdir. Çocuklar minyatür yetişkinler değildir ve öylelermiş gibi davranılmamalıdır” derken biz onların ne demek istediklerini yeterince kavradık mı?
Bu yazı kendi başına bir teorik iddiada olan bir yazı değil, hele hele yeni öğrenmekte olduğum konularda ahkam kesmek hiç tarzım değil. Ancak bu soruları ortaya atarak biraz “şeytanın avukatı” rolüne bürünüp zihinleri biraz hareketlendirmek istiyorum.
Uzaktan eğitim, ekrandan canlı ders anlatmaktan ibaret midir?
Hem de tam ne zamanda?
Bugün okullarda 8-9 saat canlı ders yapıldığı ve hem öğretmenlerin, hem de öğrencilerin bu kadar uzun saatleri ekran karşısında geçirmenin ortaya çıkardığı pedagojik, psikolojik, eğitimsel bir sürü sorun bir çok eğitim uzmanı tarafından defalarca dile getirildiği halde, hala bu uygulamadan vazgeçileceğine ilişkin bir ışık görülmediği bir ortamda yazıyorum.
O halde eğitim meselesini biraz daha derinden ele alıp, eğitim mi okul mu başlığından yola çıkarak – Şimdi İlkay Kumtepe hocamın Eğitim mi Okul mu kitabı elimde olsaydı, ondan da bir alıntı yapmış olurdum mutlaka – aslında eğitim alanının her yer olduğu, hemen her mekanın okul olduğu, sınıfın ise artık dört duvar arasına sıkışmaktan çıkıp hayatın her yerinde öğrenmenin gerçekleştiği bir dönemde, öğretmene hala canlı ders anlatan bir robot işlevi mi vereceğiz?
Yapay Zeka ve Robotlar – ” üniversitelerin yarısı iflas edebilir”
Öte yandan tam da bu sırada okuduğum Robotların Yükselişi – Yapay Zeka ve İşsiz bir Gelecek Tehlikesi kitabında, yazarı Martin Ford Harvard’da bir işletme profesörünün “15 yıl sonra ABD’deki üniversitelerin yarısı iflas edebilir.” dediğini aktarıyor ve şöyle tamamlıyor :
“Yüksek eğitim sektörü ilerde dijital istilaya yenik düşerse, üniversitede okumanın maliyeti azalıp, daha çok kişi eğitim imkanına kavuşacak. Öte yandan yüksek eğitimliler için büyük bir iş kpısı olan akademisyenlik kapısı büyük oranda kapanacak. Günümüzde çevrimiçi açık dersler, otomatik notlama algoritmaları ve uyumsal öğrenme sistemleri gibi inovasyonlar, sektörün büyük bir yıkıma giden bir yolda olduğunun işaretlerini veriyorlar.” ( 5 )
Eğitim alanında konuşurken dikkatliyim, ancak eğitim alan kişiler sonuçta hayatta iyi bir insan, paylaşımcı bir toplum üyesi, üretken ve mutlu bir çalışan, katılımcı bir eş olacaklar ise, onların özellikle kariyer alanında ne noktada olduklarını birlikte sorgulayabiliriz.
Çünkü mutlu bir çalışan, istediği noktalara ulaşma fırsatı olan bir toplum üyesi, toplumsal gelişme ve barış için olmazsa olmaz şartlardandır.
Uzaktan mı, yakından mı tartışmasını bırakıp zihnimizi hızla değiştirme zamanı gelmedi mi?
Peki ilk ve orta öğretimde durum nasıl ?
Eğitimin öğrenciye canlı ders anlatmaktan ibaret olmadığını anlama, toplum olarak hep birlikte zihnimizi hızla değiştirme zamanı geldi.
Bunun elbette çok boyutlu etkileri olacak, bunları da göğüslemeliyiz.
Öğrenci artık öğretilen kişi değil, öğretmen rehberliğinde kendi hızında öğrenecek. Kişişelleştirilmiş, ilgi alanları ve güçlü yönlerine, yeteneklerine uygun onları güçlendiren bir eğitime gidiyoruz artık. Öğrenci de kendi öğrenme sorumluluğu kendi üzerine alacak, beynine bilgi tıkıştırır, ya da Ken Robinson’ın tasvir ettiği bitkilerin köklerini toprağa yapıştırır gibi öğretemeyiz, ona bu öğrenme farkındalığını, kariyer farkındalığını kazandırmalıyız. Öğrenciye kendi hızında öğrenme fırsatını vermeli, başkalarıyla yarıştırmaktan vazgeçmeliyiz.
Öğretmen olarak da artık sadece ders anlatarak yetinemeyiz, öğretme devri bitti, kolaylaştırıcı, rehber ve mentor olma zamanı başladı.
Bunun için de sadece okulda, sınıf içinde , dört duvar arasında, ya da sadece Zoom ya da EBA üzerinden yapılacak canlı ders anlatımları ile öğrenciye bu geniş öğrenme alanı atmosferini yaratmamız mümkün değil. Zaten böyle bir öğretim tarzında ne okul binaları, ne de sınıflar yeterli olur. Tüm müzik, resim, sanat odalarını odalarını, fen laboratuarlarını, hatta öğretmen odalarını derslik yaptık, yine de binalar yetmiyor, o halde bu bina bazlı zihniyetten vazgeçmeliyiz.
Öğrenciye kendi hızında öğrenebileceği, asenkron, eş zamanlı olmayan, öğrenme materyallerini kazandıracak dijital öğrenme platformlarını en kısa zamanda inşa etmek de bizim görevimiz.
Herkese kendi hızında, ilgi alanı, yetenek, güçlü yönlerine göre öğrenme fırsatı
Eğer herkese kendi hızında, kendi ilgi alanı, yetenekleri doğrultusunda öğrenme fırsatını veremezsek, çocuklarımızdan güçlü yönlerine uygun olarak potansiyellerini göstermesini de sağlayamayız.
Kendi çocuklarının potansiyelini değerlendiremeyen toplumlar başkalarının kölesi olur.
Yapay zeka ve robotların kölesi olmak istemiyor isek, kendi gelişim yolumuzu bulmalıyız
Eğer Martin Ford’un dediği gibi robotların ve yapay zekanın köleleri olmak istemiyor isek, kendimize özgü, bu toprakların içinden çıkmış, alternatif yollar üretmek için ciddi kafa yormanın zamanı geldi geçiyor bile.
Şu okullar olmasaydı diyen Emrullah Efendi, 1902’de reformcu görüşleri nedeni ile İsviçre’ye kaçmak zorunda kalmış, 1908 Devrimi sonrası ise Maarif Nazırı olmuş.
Bugün kimseyi yurt dışına kaçırmadan, her türlü farklı görüşe kulak vererek yeni yollar bulmak zorundayız.
Mevlana’nın dediği gibi, “ Düne dair ne varsa dünde kaldı cancağızım, artık yeni şeyler söylemek lazım” Bugüne ne kadar da uyuyor bu sözler taa 13. Yüzyıldan gelip.
Elbette değişim ve yenilik zor, ama öyle anlar vardır ki, harekete geçmeden duramazsın, çünkü tsunami seni alır götürür. Pandemi bizi işte bir zaman makinesine bindirip 10 yıl sonrasına taşıdı, artık eski kabullerle yetinemeyiz, ve ne yazık ki, artık bunlar sözde kalmayacak, eğer yeterince akıllı ve hızlı davranamaz isek, başkalarının kölesi olmaktan kurtulamayacağız.
Arkamızdan hızla gelen yapay zeka ve robotlar tsunamisine yakalanmamak için hızlı ve akış içinde hareket etmeliyiz. Henüz vakit varken. Hem bireysel, hem kurumsal hem de ülke düzeyinde böyle.
Güneş her gün doğacak, ayçiçekleri gibi yüzünüzü güneşe dönün
Bugün kalabalık bir üniversite öğrencisi grubuyla, geniş bir sivil toplum ekibiyle beraberdim. Burs alan öğrencilere kariyer tasarımı ve mentorluk yapacağımız bir programın ilk tanışma toplantısını yaptık.
Öğrencilere yaşadığınız şehri hangi renk ile tanımlarsınız derken bir arkadaşımız şöyle söyledi : “Mavi denizi, sarı güneşi temsil ediyor, ben turuncuyu seçtim, bugünkü dünyamızın kaos halini anımsatıyor, siyah olsaydı onu seçerdim”. Bir başka öğrencimize sarı rengini neden seçtiğini sorduğumuzda “Ben Tekirdağ, Çorlu’dan geliyorum, bizim orada tarlalar ayçiçekleri açtığında sapsarı olur, ben de o nedenle güneşi temsil ederek onu seçtim.” dedi.
Evet bir VUCA dünyasında, hızlı değişen, belirsiz, karmaşık, muğlak, kaotik bir dünyada yaşıyoruz, ama her gün güneş doğuyor ve tıpkı ayçiçekleri gibi yönümüzü güneşe çevirdiğimizde etrafımız sapsarı ve aydınlık olacak.
Umut hep var… Ve ümidi sadece biz yeşertebiliriz.
Kamil Kasacı
Yol arkadaşınız
( 1 ) İllich, İvan, (2020) Okulsuz Toplum. 65. Baskı. İstanbul, Şule Yayınları, sy. 34
( 2 ) Gatto, John Taylor. (2018 ). Eğitim: Bir Kitle Eğitim Silahı. İstanbul, EDAM Yayın, 2. Baskı, sy. 85
( 3 ) Erdiller-Yatmaz, Z. B., Erdemir, E., & Erbil, F. (2018). Çocuk ve çocukluk: Okulöncesi öğretmen adayları
anlatıyor. Eğitimde Nitel Araştırmalar Dergisi, – Journal of Qualitative Research in Education, 6(3),
284-312. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/585103
( 4 ) Kasacı, Kamil, Güleç, Mevlüt. ( 2018 ). KÖK Kişiye Özel Kariyer. İstanbul, Ceres Yayınları, sy. 44.
( 5 ) Ford. Martin, ( 2018 ) Robotların Yükselişi. İstanbul, Kronik Yayınları, sy. 173-174.