

Bugün bir “Tatlı Perşembe “daha.
Bugün size tanıtmak istediğim kitap “ince” bir kitap. Çabuk okunabilen , meraklısını bir anda içine alıveren ve bir an önce bitirmek için elinizden kolayca bırakamayacağınız bir kitap. Ama içeriğiyle de oldukça derin, psikanalist bir incelemeyi de içinde barındıran bir kitap…
Satranç, Stefan Zweig , Can Yayınları,2002 8. Basım.,Çeviren Ayça Sabuncuoğlu.
Zweig’ın hayatı ve trajik intiharı
Kitabın önce yazarını kısaca tanıtmakla işe başlayalım…Hemen kitabı merak edenler bu kısmı daha sonra okumakiçin bırakıp hemen daha alt satırlara inebilirler…
Stefan Zweig , Avusturyalı yazar ve muhabir..1881’de Viyana’da doğmuş olan Zweig, üretken bir yazar…Şiirleri, denemeleri, biyografileri, öykü ve romanları var. Biyografileri arasında; Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski; Kendi İçindeki Şeytanla Savaşanlar: Hölderlin, Kleist, Nietzsche; Romain Rolland; Marie Antoinette; Magellan adlı eserleri bunlardan birkaçı.
Zweig’in Nazilerle ilişkisi konusunda biyografisinde şunlar yazıyor: ” Tarihler “1933”ü gösterirken, Nazilerin yakmaya başladıkları kitaplar arasında Zweig’ın eserleri de yer alıyordu.1934 yılında, Nazilerle Stefan Zweig arasındaki çatışmalar doruk noktasına ulaşınca, Zweig’dan “savunma” istendi ve hemen arkasından, Zweig’ın Kapuzineberg’deki evi basılarak, silah araması yapıldı. Eğer evde silah bulunmuş olsaydı, Zweig’ın hapsi boylayacağı kesindi. Bu uğraşmalar üzerine Zweig, ailesini bile yanına almadan yurdu terketti ve Londra’ya yerleşti. “
Daha sonra Brezilya’ya yerleşen yazar, 14 Şubat 1942’de karısı ile birlikte Rio karnavalını seyretmeye gider. Ancak savaş ile ilgili oldukça karamsar haberleri ve Nazi işgallerine ilişkin haberleri okuyunca , karnavalı izleme isteğini kaybeder ve geri döner.
Karı koca ertesi gün kaldıkları otel odasında ölü bulunurlar. Gerisinde şöyle bir mektup bırakır Zweig:
“kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeğe kendimi mecbur hissediyorum: bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever şekilde kucak açan harikulade ülke brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanım konuşulduğu dünya, bana göre mahvolduktan, ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz gücüm sırasında tükendi. böylece, ruhsal çalışması, her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor.
bütün dostlarımı selamlarım! umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala görebilirler! ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.”
****************************************************************************************************************
Dünya satranç şampiyonu Czentoviç
Kitaba gelirsek, hikaye New York’tan Buenos Aires’e yolculuk eden bir gemide başlar. Gemide dünya satranç şampiyonu Czentoviç de bulunmaktadır. Kendisi pek de öyle fazla akıllı sayılamayacak bir köylü çocuğu olan ve okumayı ve hesap yapmayı çok zor sökmüş, herhangi bir konuşması sırasında bir cümleyi dilbilgisi yanlışı olmadan kuramayan Czentoviç, babasının ölümünden sonra bakımını üstlenen papazın yardımıyla satranç öğrenmiş, sonra da etraftakilerin şaşkın bakışları arasında önce komşu kentteki , sonra da ülkedeki tüm önemli satranç oyuncularını birer birer yenmiş ve onsekizinde Macaristan şampiyonu olmuştu, yirmisinde de dünya şampiyonluğunu ele geçirmişti.
İşte böyle bir oyuncu ile karşılaşmayı bir fırsat bilen ve Czentoviç’in para ile yabancılarla oyun oynadığını bilen zengin bir tüccar ünlü şampiyona gemide bir satranç maçı teklif eder. İlk maçı doğal olarak daha ilk hamlelerde Czentoviç kazanır. Bu zengin tüccarı daha da kamçılayıp ikinci bir maç daha ister.
Sakın ha… şimdi veziri alırsanız yenilirsiniz
İşte bütün macera da oyunun ilk hamleleri sırasında oyunu izleyen bir yabancının oyunu oynayanların kulakların şu sihirli sözcükleri fısıldaması ile başlar.
“Sakın ha…kesinlikle…..Şimdi veziri alırsanız , dokuz on hamle sonra yenilirsiniz. Hemen ilerlemeyin, geri çekilin, böylece en azından bir berabere elde edebilirsiniz.
Bu yabancı büyük manastırların hukuk danışmanlığını yapmış ve bu nedenle Naziler tarafından toplama kamplarına gönderilmekten kurtulmuş , ancak çok daha ağır bir baskı şekli olarak her şeyden tecrit edilmiş bir otel odasına kapatılarak aylarca sorguya tabi tutulmuş eski bir avukattı…
Bütün bu sorgu boyunca tam da direncinin son noktalarında iken onu direnmeye devam etmesi için güçlü kılan, odasının hemen dışında sorgucuları beklerken bir paltonun cebinde bulduğu bir satranç kitabı olmuştu.
Hikayenin tümünü ve bu yabancı ile ünlü şampiyon Czentoviç arasındaki satranç maçının nasıl ve ne şekilde sonuçlandığını kitabı okumak isteyeceklerin merakını kırmamak için sonraya bırakalım. Müthiş bir sabır, direnç ve kişilik mücadelesini izlemek için kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Ben esas olarak kitapta beni en çok etkileyen kendi kendi ile satranç oynama kısmını size aktaracağım.
Kendi kendiyle satranç
Yabancının bulduğu kitap ünlü satranççıların birbirleri ile oynadıkları yüz oyunu anlatan bir kitaptı. Kahramanımız kitaptaki oyunları defalarca belki on binlerce defa oynadıktan sonra artık aynı oyunları oynamanın bir anlamı kalmamıştı. İşte o anda kendi kendiyle satranç oynamaya başlar…
Kendi kendiyle satranç herhangi bir oyundan farklı olarak şöyle işler.
“Ama bu kavgaları düşsel bir alanda kendime karşı ..yapmak zorunda olduğum için altmış dört kare üzerindeki o anki konumu aklımda çok iyi tutmam gerekiyordu ,üstelik yalnız o anki konumu değil, her iki rakibin ilerdeki olası hamlelerini de hesaplamalıydım… kendime karşı oynamaya kalkıştığım andan itibaren bilinçsizce meydan okumaya başlıyordum. Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa girmeden edemiyordu ve her ikisi de yenmek , kazanmak için kendine göre bir hırsa , bir sabırsızlığa kapılıyordu… içimdeki bir şey haklı çıkmak istiyordu ve savaşabildiğim tek şey içimdeki öteki ben’di;… beyaz ben bir hamle yapar yapmaz, siyah bir hırsla saldırıyordu; bir oyun biter bitmez, hemen ötekine koyuluyordum, çünkü her seferinde iki ben’den biri yeniliyor ve rövanş istiyordu.”
…
Hayat bir satranç oyunu gibi
Hayatın en önemli gizi belki de kendi içimizdeki kendimizle mücadelemiz…Bunu ister bir satranç maçı gibi, istersek iki farklı tarafımızın siyah ile beyaz iki ben’in birbiri ile amansız mücadelesi olarak görelim…gerçekte en büyük rakibimiz kendimiziz. Ne zamanki kendimizle olan o amansız mücadeleyi abartıyoruz , işe o zaman gerçekte kendimizi yıpratıyoruz…
O amansız mücadeleyi, kendimizi eleştirmeyi, kendi kendimizle olan kavgamızı daha alt düzeyde tutup bir şekilde kendimizle barışmayı , ya da en azından satranç deyimiyle “pat” olmayı başarabildiğimizde, … işte o zaman hayatın gerçek tadını almak mümkün olabiliyor…
Her zaman “mat” etmekle çözülmüyor meseleler
Hayat bir satranç maçından çok daha karmaşık ve çok daha önceden hesaplanması zor hamleler içeriyor. Ve hayatta her zaman “mat” etmekle çözülmüyor meseleler, bazen “pat” ya da bir şekilde bir barışma ya da berabere kalmak herkes için daha ideal çözümler getirebiliyor.
“Satranç” kitabını okuyun, bir kitapçıda rastlarsanız alın şöyle bir göz gezdirin , arkadaşlarınıza sorun.
Çok vaktinizi almaz okumak, ama içeriği ve heyecanlı anlatımının sizi saracağından kuşkum yok.
Unutmayın bu aralar. İnternette her yerde kitaplarda indirim var. Kitaplarla kavuşmak için, kitap kokusu almak ve dostlarla buluşmak için bundan daha iyi fırsat olabilir mi?
Hepinize kitap sevgilerimle
Gelecek Perşembe, başka bir kitapla buluşmak üzere,
Kamil Kasacı